Osman Aydoğan


Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının düşündürdükleri

Çanlar artık Rusya için çalıyor.


Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının düşündürdükleri

21 Şubat 2022 tarihinde de Rusya, Donetsk Halk Cumhuriyeti ile Luhansk Halk Cumhuriyetini tanıma kararı alıyor. Ve hemen ardından Rusya, sürpriz bir şekilde 24 Şubat 2022 tarihinde bütün Ukrayna’ya saldırıyor… O günden bugüne 31 gündür Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı devam ediyor. Rusya gibi küresel bir güç Ukrayna gibi küçük bir ülkede 31 gündür oyalanıyor. Bu durum ise Rusya’nın gücü, kapasitesi, niyet ve maksadı ve hedefleri konusunda soru işaretleri yaratıyor.



Durum haritası 23 Mart 2022

Saldırı gününden bugüne hemen her gün medyalarda bu konuda binlerce yazı ve söyleşi yapılıyor. Bu yazıları okuyup, bu söyleşileri dinlediğimizde konu hakkında aydınlanacağımıza insanın kafası karışıyor… Bu yazı kervanına ben de katılıyorum. O günden bugüne kadar da ben Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı konusunda yedi yazı yazıyorum. Bu yazılarımın hepsi Rusya – Ukrayna sorunlarının tarihi geçmişi ve Rusya’nın ve Putin’in tutumuna ve siyasetine ait oluyor. Bu yazı, sekizinci yazım oluyor. Bu yazımda da Rusya’nn bu saldırısı üzerine bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum…

Rusya’nın stratejisi

1815 Viyana Kongresi, Avrupa’ya yeni bir düzen getiriyor. 1815 Viyana Kongresinden sonra Rusya bu nedenle gözünü Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı toprakları ile Orta Asya coğrafyasına dikiyor. Ancak 1815 Viyana Konfgresi’nin getirdiği bu değişimi ve Rusya’nın bu yönelişini Osmanlı İmparatorluğu bir türlü analiz edip anlayamıyor.

Emperyalist politikalar, 20. yy.ın sonunda büyük bir değişim geçiriyor. 18. yy.da emperyalizmin bir aracı olan ve ’’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulan jeopolitik düşünceler ve politikalar yerini ‘’jeoekonomi’’ ve ‘’jeokültür’’ kavramlarına ve politikalarına bırakıyor. 20 yy. sonlarından itibaren dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitiriyor ve dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanıyor. Tabii ki bu Soft Power faktörler insanlığın iyiliği için değil yeni sömürü aracı olarak kullanılıyor. 

1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşüyor. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft ve NGO’lar bulunuyor. Bu dönemde sanayi kapitalizmi yerini finans kapitalizmime bırakıyor… Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturuyor: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Jeoekonomi kavramı içerisinde küreselleşme ile birlikte tüm dünyaya hükmeden şirketler de bulunuyor…

Almanya'nın kueyinde Schleswig-Holstein eyaletinde, Herzogtum Lauenburg iline bağlı bir ada kenti olan Ratzeburg kentinin mezarlığında İkinci Dünya Savaşında Prusya topraklarından gelen Alman sığınmacıların aralarında 25 çocuğun bulunduğu 191 mezarı bulunuyor. Bu mezarlar arasında bir anıt taş (Denkstein) dikkati çekiyor. Bu anıt taşta Prusya aksanıyla şöyle yazıyor: ‘’Vergesst den Deutschen Osten nicht!’’ (Almanlar, doğuyu unutmayın!) Çünkü Rusya he iki dünya savaşında Almanya’yı batıya doğru itiyor. Rusya, kendisi Polonya topraklarına konarken Polonya’yı da Prusya topraklarına itiyor. Anıt taştaki yazı da bunu söylüyor. 1997 yılında kendi çektiğim anıt taşın bu fotoğrafını aşağıda sunuyorum.  


Ancak Almanlar bu öğüdü hiç unutmuyor. Sadece Almanlar değil hiçbir emperyal güç geçmişini ve geçmişinde hükmettiği alanları unutmuyor. Anlattığım gibi sadece yöntem değişiyor...

Doğu Almanya ve Batı Almanya 1991 yılında birleştiğinde Doğu Almanya ile Polonya sınırı olan Oder Nehri’ni Almanya’nın sınırı olarak Almanya’nın kabul etmesini istiyorlar. Almanya bu isteği gözü kapalı imzalıyor. Ancak Almanya; her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını bir tek mermi bile atmadan tamamen geri alıyor. Bunun için Almanya askerî gücünü değil de yumuşak gücü olan Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanıyor.

Bugün itibarıyla Almanya; Alman-Prusya İmparatorluğunun jeopolitik hevesi, arzusu ve iştahı olan; Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın; hemen hemen bütün fabrikalarını, bütün şirketlerini, AVM’lerini, toptancılarını, perakendecilerini, ekmek fırınlarını, pastanelerini, kahvehanelerini, berberlerini ve kuaförlerinin neredeyse tamamını satın alıyor. Almanya’nın bu gücü Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanıyor. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya ait oluyor…

Basit bir örnek verecek olursam Deutsche Telekom AG, 2020 yılı itibarıyla; Avusturya’nın Eflatun Telekom, Yunanistan’ın Cosmote Mobil Telekomünikasyon SA, Polonya’nın T-Mobile Polska SA, Çek Cumhuriyeti’nin T-Mobile ve Slovakya’nın Slovak Telekom şirketlerinin %100,00 hissesini satın alarak bu şirketlerin tamamına sahip oluyor. Deutsche Telekom AG ayrıca; Bosna Hersek’in HT Eronet şirketinin %39,10 hissesini, Hırvatistan’ın Hrvatski Telekom dd şirketinin %51,71 hissesini, Yunanistan’ın OTE (Yunan Telekomünikasyon Kurumu SA) şirketinin %48.30 hissesini, Macaristan’ın Magyar Telekom Nyrt.şirketinin %60,49 hissesini, Karadağ’ın Crnogorski Telekom AD şirketinin %76,53 hissesini, Makedonya’nın Makedonski Telekom AD şirketinin %56,67 hissesini, Romanya’nın Telekom Romanya Mobil İletişim SA şirketinin %99,99 hissesini, Amerika Birleşik Devletleri T-Mobile ABD, Inc. şirketinin %43.0 hissesini satın alıyor.

Deutsche Telekom AG, 2020 yılında;  101 billion Euro hasılat, 12.8 billion Euro faaliyet geliri, 4.2 billion Euro net gelir elde ediyor. Deutsche Telekom AG, 2020 yılında 264.9 billion Euro toplam varlığa ve 72.6 billion Euro öz sermayeye ulaşıyor. Deutsche Telekom AG, 2020 yılında; Forbes Global 2000 listesinde 69. sırada ve Fortune 500 şirketleri arasında 86. sırasında yer alıyor. Bu bilgiler şirketin web sayfasında yer alıyor…

İşte Osmanlının 1815 Viyana Kongresindeki dönüşümü anlamadığı gibi Rusya da dünyadaki bu dönüşümü anlamıyor. Rusya 18. yy. düşünce kalıpları ile politika ve strateji oluşturmaya çalışıyor...

Aynı hataya Türkiye de düşüyor. Almanya’nın ekonomik olarak Polonya’ya ve tüm Doğu Avrupa’ya hâkim olması gibi Türkiye’nin elinde Suriye’ye ekonomik ve kültürel olarak hâkim olma fırsatı varken bu imkânı elinin tersiyle iterek 18. yy’dan kalma düşünce kalıplarıyla hareket ederek Suriye’ye askerî harekât yapıyor. Keza aynı şekilde Türkiye, Libya’ya asker gönderiyor. Bugün için Fransa ve İtalya, Libya’ya hiç asker göndermemişken Libya’daki bütün ihaleleri şimdiden parselliyor. Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe, 31 Mayıs 2021 tarihinde beraberinde yedi Libyalı bakanla beraber Roma'ya bir ziyaret yapıyor... Libya heyeti, İtalya Dışişleri Bakanlığı'nda 30 kadar İtalyan şirketin katıldığı, "Yeni Libya, İtalyan şirketlere tanıtılıyor" adlı bir iş forumuna katılıyor. Görüşmeler sonunda Dibeybe, ‘’Libya'nın yeniden inşası için birçok ülkenin desteğine ihtiyaç duyduklarını ancak İtalya'nın ayrıcalıklı konumda olduğunu, ekonomilerindeki tüm sektörlerini yeniden canlandırılması için en iyi partnerin İtalya olduğunu" söylüyor... Dibeyde benzer görüşmeleri Fransa ve Almanya ile de yapıyor. Sahi siz Türkiye’nin Libya ile benzer görüşmeleri yaptığını hiç duyuyor musunuz? Veya Suriye ile?

Sonuç olarak 18. yy. düşünce kalıpları ile 21. yy. inşa edilemiyor.

Rusya’nın askerî teçhizatı ve askerî taktiği

31 gündür canlı olarak izlediğimiz Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısında ekranlarda gördüğümüz sanki İkinci Dünya Savaşı belgeseli gibi gözüküyor. Rusya’nın bu saldırısında kullandığı silah, araç ve gereçler çok ilkel görünüyor... Rusya’nın bu kadar hurda araç, silah ve teçhizatla böylesi bir işgal harekâtına girişmesi oldukça düşündürücü oluyor.

Rusya'nın Ukrayna saldırısında kullandığı nakliye araçları ve zırhlı araçları





Eğitimli hiçbir zırhlı birlik meskun mahalde böyle hareket etmez ve bu şekilde pusuya düşmez:



Rusya’nın işgal stratejisi ise tam bir muamma görünümünü veriyor. Rus saldırısının 31. gününde ortaya çıkan durum haritası Rusya’nın bu saldırısında en basit ve en temel askeri strateji ve taktik kurallardan; eğitim, harbe hazırlık, hedef, baskın etkisi, darbe, sıklet merkezi, kuvvet tasarrufu ve lojistik gibi konularda çok yetersiz olduğu görülüyor.

Rusya’nın bu saldırısında ayrıca büyük bir zamanlama hatası yaptığı, mevsim faktörlerini dikkate almadığı da gözüküyor. Mayıs sonuna kadar yağışlar nedeniyle balçık haline gelen Ukrayna steplerinde Rus zırhlı araçlarının hareket kabiliyeti büyük ölçüde engelleniyor.

Ayrıca Rus zırhlı birliklerinin ne denli eğitim eksikliği içerisinde olduğu da gözden kaçmıyor. Askerî sınıflar içerisinde eğitimi, kullanma taktiği ve stratejisi, tecrübesi ve muharebesi en zor sınıf zırhlı birlikler oluyor. Hem eski zırhlı araçlar hem de eğitim, kullanma taktiği ve tecrübe zafiyeti Rus zırhlı birliklerine büyük kayıplar verdiriyor. Bu kaybın ilerleyen sürelerde NATO, AB ve Batı ülkelerinden Ukrayna’ya gönderilen tanksavar silah sistemleriyle daha da artacağı değerlendiriyor…

Rusya’nın bu silah, teçhizat, eğitim ve taktik zafiyetine Rusya’nın 1980’erdeki Afganistan harekâtı hariç yaklaşık kırk yıldır bir muharebeye katılmamış olması yatıyor. Geçen bu kırk yıllık sürede Rus askerî teknolojisi, eğitim ve muharebe tecrübesi ve taktik ve stratejik düşüncesi rehavete kapılıp zaafa uğruyor…

Rusya, işte bütün bu askerî zafiyetlerini kapatmak için nükleer silah tehdidine başvuruyor…

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının Türkiye’ye etkisi

1997 yılında Almanya’da yüksek lisans eğitimimim sonunda verdiğim tezimde şu tespitte bulunmuştum: ‘’Türk-Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği ile Rusya’nın Almanya üzerindeki tehdit derecesi arasında bir bağlantı bulunuyor. Rusya, Almanya için tehdit teşkil ettiği sürece ilişkiler bir sorun olmadan ilerliyor…’’

Bu tezi günümüze de yansıtabiliriz. Rusya, bu saldırı ile Batı’ya ne kadar büyük bir tehdit olduğunu gösteriyor. Bu durum ise Türkiye - AB ve Türkiye – ABD ilişkilerine yansıyor. Türkiye ekonomik olarak bu savaşın kaybedenleri arasında da olsa politik olarak Türkiye’nin önemi Batı tarafından yeniden önemseniyor… Ancak Türkiye’nin pohpohlamaya ve gaza gelmeden, Birinci Dünya Harbindeki hatasına düşmeden kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını gözeten bir politika izlemesi gerekiyor. Yarın ABD, AB evine dönecek ve biz Rusya ve Ukrayna ile baş başa kalacağız..

Ancak Rusya’nın Batı karşısında bu savaşı kaybetmesi ve Rusya’nın Batı için artık tehdit olmaktan çıkması da Türkiye’yi Batı karşısında yeniden önemsizleştirme tehlikesini içeriyor…

Türkiye’de bu saldırı hakkında yapılan yorumlar

Türkiye’de yazılı ve görsel medyada yapılan yorumlar ise genellikle 18. yy.’dan kalma jeopolitik düşünce kalıplarıyla yapılıyor.

Amerikan emperyalizmi örnek gösterilerek Rus emperyalizmi meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İdeolojik saplantılar muhakeme zafiyetine yol açıyor. Kimi yorumcular Rusya’nın sözcüsü gibi konuşuyorlar.

Yazılarımda hep şunu iddia ediyorum: ‘’Düşünce ufkunuz sahip olduğunuz kelime haznesi ile doğru orantılıdır.’’ Zaten bunu Avusturyalı Filozof Ludwig Wittgenstein söylüyor: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır...'' Gözlerimiz, bir olayı görmemizi, kelimelerimizin çokluğu ise o olayı anlamamızı sağlıyor…

Kimseyi itham etmiyorum. Ancak şu bilgilere dikkatinizi çekmek istiyorum:

Oxford Sözlüğü. 1858 yılında yazımına başlanılıyor, 1928 yılında tamamlanıyor ancak hemen hemen her yıl güncelleniyor. Bu şekilde Oxford sözlüğü her yıl eklene eklene 20 cilt haline geliyor. Oxford sözlüğü toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşıyor. Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor… Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.

Benim elimdeki onuncu baskı olan ve 2005 basımı TDK Türkçe Sözlük ise tek cilt. TDK Türkçe Sözlük arkasındaki açıklamada; sözlükte yer alan ‘’söz, terim, deyim, ek ve anlamdan oluşan 104.481 söz varlığı’’ndan bahsediyor. Sözlükte bahsi geçen terim, deyim, ek ve anlamı düştüğünüzde kalan sözcüklere bakıyorsunuz, bu sözcüklerin neredeyse yarıdan fazlası yabancı kökenli kelime. Sözlükteki bu ekleri, deyimleri ve yabancı kökenleri sözcükleri çıkarırsak en fazla 30.000 kelime kalıyor...  

Bunun neticesi ne mi oluyor?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 82.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

Yapılan bir başka araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adet olarak veriliyor. Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanıyor. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adet olması gerekiyor. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısının 10.000 adet olması gerekiyor. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor.

Çetin Altan bir yazısında ‘’Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız Henry Matisse’nin balıklarına bakmayınız, anlamazsınız’’ diye yazıyor... Bu kadar az kelime haznesiyle William Shakespeare’i okusak da anlayamayız… Hoş, zaten biz de Shakespeare’i okumuyoruz ki!...

Shakespeare'i okumuyoruz ama başka bir kitap da okumuyoruz.  Yazar Orhan Tüleylioğlu “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 2014) isimli eserinde şu istatistiki bilgileri veriyor:

* Türkiye’de son 5 yıl içinde (2009 -2014 arası) 10 binin üzerinde kitapçı kapanıyor.

* Türkiye’de günde ortalama televizyon karşısında geçirilen zaman 5 saat, kitaba ayrılan zaman ise yılda sadece 6 saat.

* Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, Fransız 7, Türk ise 10 yılda ancak bir kitap okuyor.

* Almanya’da 14.372, İngiltere’de 5.183 kütüphaneye karşın Türkiye’de 310 kütüphane bulunuyor.

* Almanya kütüphanelerinde 150 milyon kitap bulunurken Türkiye’de 13 milyon kitap yer alıyor.

* Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap, 235. sırada yer alıyor.

Bu kadar az okumayla, bu kadar az kelimeyle siyaset yapılamıyor, strateji oluşturulamıyor, güvenlik politikaları kurgulanamıyor, sanat, edebiyat yapılamıyor, kültür oluşturulamıyor, ittifak, uzlaşı yapılamıyor, çağın güvenlik ihtiyaçlarına cevap verilemiyor. Vazgeçtim tüm bunları içinde yaşadığımız çağ algılanamıyor, çağ kavranılamıyor.  Zaten bu durumu da okuduğumuz yorumlarda ve TV’de dinlediğimiz tartışmalarda görüyoruz…

Rusya’nın Ukraya’ya saldırısını Alman basınından takip ediyorum. Bu basında yer alan yorumlar ile Türk basınında çıkan yorumları mukayese ettiğimde buradaki yorumların bu nedenle çok yavan kaldığını görüyorum.

Ancak Em. Büyükelçi Fatih Ceylan’ın T24 İnternet gazetesinde yayınlanan ‘’Ukrayna'da Rusya'nın bozduğu metronomla jeokültürel rekabetin göbeğinde küresel ritim tutturulur mu?’’ başlıklı makalesi ile Em. Tümgeneral Ahmet Yavuz’un kendi bloğunda yazdığı bu saldırı hakkındaki yorumların okunmaya değer olduğunu düşünüyorum…

Sonuç

Hangi gerekçe ile olursa olsun askerî harekât ile saldırı ile bağımsız bir ülkenin topraklarını ele geçirmek, o ülkeye bazı vesayet şartları dikte ettirmek Ortaçağın karanlıklarında kalmıştır. Rusya, hayal dünyasında yaşayarak bu şartlarda toprak ilhak edeceğini düşünüyor... 

31 günden beri bir ülke topla, tüfekle, tankla, uçakla saldırı altında bulunuyor... Şimdiye kadar binlerce insan öldürülüyor. Milyonlarca insan evinden barkından oluyor, mülteci durumuna düşüyor.

Rusya bu saldırısıyla hiç istemediği Batı Blokunu birleştiriyor, kendisi de tüm dünyanın gözünde saygınlığını yitiriyor.

Dünya, Sovyetlerin dağıldığı 1989/1991 yıllarındaki Dünya olarak ve Rusya’nın sandığı gibi 18. yy’daki bir dünya olarak da durmuyor. O günden bugüne Sovyet Rusya’nın aksine Rusya Federasyonu, ABD’nin kötü bir taklidi kapitalist bir devlet haline ve küreselleşen dünyanın bir parçası haline geliyor hem de küreselleşen dünyada kimse hangi gerekçe olursa olsun askerî bir gücün kullanılmasını tasvip etmiyor. Bu durumda Rusya’nın Batı, ABD ve AB’nin alacağı ekonomik ve siyasal tedbirlere göğüs germesi oldukça zor gözüküyor…

Bütün bu süreçte, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra Batı Bloku, ABD ve AB dışarıya karşı ne kadar emperyalist olsalar da içeride yarattıkları kültür ve ekonomi, demokrasi standartları ve refah seviyesi ile (jeokültür, jeoekonomi) tüm dünyada bir çekim merkezi haline geliyor.  İkinci Dünya Savaşından sonra hiçbir mülteci Doğu Bloku ülkelerine, sonrasında da Rusya'ya iltica etmek istemiyor. İkinci Dünya savaşından sonra Rusya hiçbir alanda ve hiçbir şekilde dünyada bir çekim merkezi haline gelemiyor. Günümüzde bile ABD emperyalizmini eleştirip Rus emperyalizmini görmezden gelenlerin büyük bir çoğunluğu, ya kendileri ya da çocukları ABD veya AB ülkelerinde yaşıyor. 

Batı da bu saldırıda özellikle mülteciler konusunda ne kadar çifte standarda sahip, ne kadar iki yüzlü olduğunu sergiliyor.

Rusya bu saldırının hem askerî hem siyasi hem de ekonomik birinci sırada kaybedeni olarak gözüküyor... Rusya bir felakete doğru gidiyor.

Çanlar artık Rusya için çalıyor.