Osman Aydoğan


Dîvân Edebiyatı

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”


Dîvân Edebiyatı

Dîvân edebiyatı, Türklerin İslam kültüründen etkilenmeleri sonucu Arap ve Fars kültürünün etkisiyle oluşturdukları bir edebiyattır. Bu edebiyat, "Saray Edebiyatı", "Klasik Türk Edebiyatı’’ veya "Eski Türk Edebiyatı" olarak da anılır. Bu edebiyat, şairlerin şiirlerini dîvân denilen yazma kitaplarda toplamalarından dolayı daha çok "Dîvân Edebiyatı" adıyla ifade edilir.

Ancak divân edebiyatı hiç de basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır…

Neyse, gelelim sadette...

Şeb-i Yeldâ

Dün, 21 Aralık kış dönümü idi. Bu nedenle ülkemizde yılın en uzun gecesi yaşandı.  Ülkenin en kuzeyinde olması nedeniyle Sinop ilimiz bu geceyi 15 saat 6 dakika ile yaşadı. 21 Aralık tarihi, içerisinde Türkiye'nin de yer aldığı kuzey yarıküre ülkelerinde kışın, güney yarıküre ülkeleri için ise yazın başlangıcı sayılıyor.

Ben bu geceyi dün tam da saat 24.00’e gelirken dîvân edebiyatında yer alan en uzun gece (şeb-i yeldâ) hakkında bilinen meşhur bir beyit ile andım. Dün gece bu beyti yazınca çok geri dönüşler oldu… Ben de açıklamak istedim… Bahsettiğim beyit şu şekilde idi:

‘’Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat’’

(En uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşanlar ve gelip geçiciler ne bilsin.
Sen gamın müptelasına sor ki, hangi gece kaç saat...)

Bu beytte geçen ‘’şeb-i yeldâ’’dan, yani ‘’en uzun gece’’den kastedilen 21 Aralık günü yaşanan en uzun gece değildir.  Bu beytteki kastedilen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığın beklediği gecedir: ''Sen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığa sor ki, hangi gece kaç saat?''

Aslında bu beytin yazarı tam olarak bilinmiyor. Divân edebiyatında yazarı bilinmeyen alıntılara ''La Edri'' denir. Yani anonim bir deyiştir. Bu beyit İnternette değişik kaynaklarda 17 -18. yy’da yaşamış asıl adı Alaeddin Ali olup “Sâbit” mahlasını kullanan Nâbi ekolünden divân şairi Bosnalı Sâbit’e ait olduğunu yazar... Ancak bu beyit Bosnalı Sâbit’e ait değildir. Çünkü Turgut Karacan tarafından hazırlanan ve Bosnalı Sâbit’in tüm eserlerinin toplandığı ‘’Dîvân / Bosnalı Alaeddin Sabit’’ (Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, 1991) adlı eserde böyle bir beyit yer almaz…

Bu beyit Fuzluli’nin Dîvân’ında da yer almaz. Ancak beytin terkibinin Fuzulî’nin beytlerine benzemesi nedeniyle edebiyat çevrelerince genel kanı beytin Fuzulî’ye ait olduğudur. Ancak bu konuda da bir kaynak yoktur…  

Madem sözü dîvân edebiyatından açtım.. Devam edeyim o zaman...

Yavuz Sultan Selim

‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân 
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’

(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek 
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek 
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken 
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)

Bu dizeler de Yavuz Sulta Selim’e aittir... Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurduğunda burada bir Türkmen kızına âşık olur. Ancak vuslata eremez. Bunun üzerine bu dizleri yazar…

Bu dizelerin bir başka anlamı daha var… Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir: ‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"

Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle der: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’ Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazdığı rivayet edilir…

Ancak babanın bedduasında kastettiği şîr-î pençe çok farklıdır. Bu beddua sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır. Kaderin cilvesi, imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.

Nâbî

Yazımın girişinde Nâbî ekolünden bahsetmiştim. Nâbî mahlasını kullanan ve bu nedenle Şair Nâbî diye anılan bir başka dîvân edebiyatı şâirimiz var: Şâir ve Velî Yûsuf (1641 – 1712.) Şair NâbÎ’nin de bir sözü vardı:

"Bende yok sabr-u sükûn, sende vefadan zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere."

‘’Nâ’’ ve ‘’bî’’ kelimeleri Farsça'da ayrı ayrı '’yok'’ manasına gelirdi. Bu beyitte Nâbî mahlasının oluşumunu belirtir. ‘’Yok’’ şairdir yani Nâbî, yok hükmündedir… Nâbî bu dizelerinde de ismindeki iki kere geçen ‘’yok’’ anlamını kastederek ‘’iki yoktan ne çıkar’’ diye dizelerine döker…

Dün Thomas More anlatırken onun ‘’Ütopya’’sından bahsetmiştim ya... Hani ‘’Ütopya’’; ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılıyordu ya… Thomas More, ‘’ütopya’’ diye olmayan bir yeri anlatırken, Nâbî de kendisini ‘’olmayan kişi’’ yerine koyar…

Ve Nâbî’nin bir başka sözü:

‘’İlim bir hucce-i bi sahildir
Anda âlim geçinen cahildir.’’

(Hucce-i bi sahil: Sahilsiz deniz)

Nâbî’nin bu dizeleri ile kimleri kastettiğini TV’lerde açık oturumlarda izlerken görüyoruz zaten…

Ziya Paşa

Ama dîvân edebiyatı bu kadar da ciddi ve ağırbaşlı da değilse de yine ciddi mesajlar içerir:

‘’Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz-i reftar olanın payine damen dolaşır…’’

(Yavaş giden hedefine ulaşır ancak acele yürüyenin etekleri ayağına dolaşır.)

Bu beyit de Ziya Paşa’ya aittir. Önemli konularda düşünüp taşınmadan hemen yola koyulanları, tepki verenleri kasteder… Ziya Paşa’nın esas kastettiği alan siyaset ve diplomasi alanıdır… Ziya Paşa'ya göre siyasette ve diplomaside kararlar aceleye getirmeden, iyice düşünülerek alınmalıdır. Hem de tam da günümüze uygun!

Fuzulî

Yazıma Fuzulî’den başlamıştım. Yazımı Fuzulî’nn bir beyti ile bitireyim:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Beytin ilk dizesinde Fuzulî, Mecnûn’la bir aşk mektebinde beraber okuduklarını söylüyor. Bu dizenin anlaşılması basit… Bütün sorun ikinci dizede…

İkinci dizede geçen ‘’mushaf’’, Arapça bir kelime olup iki kapak arasına alınmış sayfalar anlamına geliyor. Ancak Fuzulî’nin beytinde kastettiği ‘’mushaf’;’ Kur'ân'ın kitap hâlindeki şeklidir. Fuzulî burada Kur’ân’ı hatmettiğini söylüyor. Buraya kadar dizenin anlamı da basit. Anlaşılmasında bir sorun yok…

Bütün mesele “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibinde. Çünkü “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibini açıklamak böylesine basitçe değildir. Bu konu biraz çetrefillidir… Hz. Ali; “ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı’’ derdi. İşte burada da benim cehaletimin devreye girip bu konuyu biraz çoğaltmam ve uzatmam gerekiyor:

“Ve’l-Leyl”, Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayetidir. ‘’O ve’l-Leyl'de kaldı’’ derken Fuzulî;  bir mektebi-i aşk içre okudukları Mecnûn’un bu ayete gelince Leylâ’sını hatırladığını ve heyecanından dilinin tutulduğunu, okumaya devam edemediğini anlattığını sanırız… Yani, Fuzulî’nin “Mecnûn’la aynı aşk mektebinde okuduk. Ben çoktaaan Kur’ân’ı hatmettim, o ise ve’l-Leyl ayetinde kaldı'' dediğini, basitçe ''ben çalışkanın, iyiyim, Mecnûn ise tembel!’’ dediğini sanırız… Ama öyle değil işte…

Arapça’da bir de ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) terimi var. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Bu ‘’vav’’ harfi ‘’yemin vav’’ıdır. ''Vallahi'', ''veşşemsi'', ''velfecri'' kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun'' , ''yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.

“Ve’l-Leyl”, Kur’ân’ın birkaç yerinde geçen bir tamlamadır. Kelime anlamı, ‘’geceye and olsun’’ şeklindedir...

Ancak Fuzulî dizelerinde ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayeti anlamında kullanmamıştır. Fuzulî, ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Leylâ'yı kastederek kullanmıştır. Bu durumda “ve’l-Leyl” terkibinde ‘’Leylâ’ya yemin olsun ki’’ anlamı çıkar. Mecnûn’un ilk adı ‘’Kays’’dır, Mecnûn, Leylâ'ya âşık olana kadar Kays olarak tanınır, bilinir. Kays, Leylâ’nın aşkından sonra, Leylâ'nın aşkından dolayı ‘’Mecnûn’’ olmuştur. Burada Fuzulî işte bu durumu anlatır. İşte bu nedenle Kays “ve’l-Leyl”de kalarak, ona odaklanarak, ona yoğunlaşarak ''Mecnûn'' olmuştur.

Aslında Fuzulî, bu beytinde kendisinin sıradan herkes gibi Kur’ân’ı okuyup hatmettiğini ancak Kays’ın mekteb-i aşk içinde okuyarak “ve’l-Leyl”de, Leylâ'da kaldığını, bu noktada derinleşerek, yoğunlaşarak Mecnûn olduğunu ve böylece dünyaca tanındığını, kendisinin (Nâbî gibi) yok hükmünde bir cahil olduğunu söyler…

Bir başka anlamda da Fuzulî, Kur’ân’ı hatmetmenin bir önemi olmadığını, önemli olanın Kur’ân’da derinleşerek, onda yoğunlaşarak onu anlamanın önemli olduğunu vurgular...

Ben de hazır Fuzulî’ye, Leylâ’ya, Mecnûn’a gelmişken onlarla devam edeyim isterdim ama... ‘’Yazı uzadı’’ diye dostlarımdan daha fazla fırça yemeden ve daha fazla da cahillik etmeden Fuzulî, Leylâ ve Mecnûn’u yarına bırakayım…